Binbir Gece

IconNameRarityFamily
Binbir Gece (I)
Binbir Gece (I)4
RarstrRarstrRarstrRarstr
Book, Binbir Gece
Binbir Gece (II)
Binbir Gece (II)4
RarstrRarstrRarstrRarstr
Book, Binbir Gece
Binbir Gece (III)
Binbir Gece (III)4
RarstrRarstrRarstrRarstr
Book, Binbir Gece
Binbir Gece (IV)
Binbir Gece (IV)4
RarstrRarstrRarstrRarstr
Book, Binbir Gece
Binbir Gece (V)
Binbir Gece (V)4
RarstrRarstrRarstrRarstr
Book, Binbir Gece
Binbir Gece (VI)
Binbir Gece (VI)4
RarstrRarstrRarstrRarstr
Book, Binbir Gece
items per Page
PrevNext
Table of Content
Binbir Gece (I)
Binbir Gece (II)
Binbir Gece (III)
Binbir Gece (IV)
Binbir Gece (V)
Binbir Gece (VI)

Binbir Gece (I)

Binbir Gece (I)
Binbir Gece (I)NameBinbir Gece (I)
Type (Ingame)Görev Eşyası
FamilyBook, Binbir Gece
RarityRaritystrRaritystrRaritystrRaritystr
DescriptionBir araştırmacı korkunç bir felaket esnasında yağmur ormanında, çölde ve şehirde dolanarak yolda bu hikayeleri toplamış. Orijinal eserde gerçekten sayısız hikaye olduğu ve bugün elimizde olanların orijinal metnin yalnızca ufak bir parçası olduğu söylenir.
Gölgesizlerin Hikayesi

Bu topraklarda bir zamanlar gölgesi olmayan bir topluluk yaşardı.
Yaşadıkları yerin dışındaki dünya hakkında hiçbir şey bilmeden sade bir hayat yaşıyorlardı.
Bu, bir gün kayıp bir maceracının onları keşfetmesine kadar bu şekilde devam etti. Gölgesiz halk, bu maceracının sessiz ve sadık bir hizmetkara sahip olduğunu görünce şok oldu. Maceracı da bu dünyada güneş ışıklarına rağmen gölgesi olmayan insanların yaşadığını görünce şok oldu.
"En vahşi rüyalarımda bile böyle bir keşif yapacağım aklıma gelmezdi" dedi maceracı.
"Rüya mı? Biz uzun zamandır rüya görmedik, büyüklerimiz bize tüm rüyaların çoktan görüldüğünü söyledi." dedi gölgesiz insanlardan biri.
"Gölgeler ruhun sırlarını saklar. Sizin gölgeleriniz yok ve bu yüzden rüya görmüyorsunuz. Ancak bir zamanlar rüya gördüğünüz gibi, belki de gölgeleriniz de vardı." dedi maceracı.
"Eğer öyleyse kaybettiklerimi bulmak için nereye gitmeliyim?"
"Gizli ormana git. Pek çok rüya orada bulunur ve belki de orada rüyaları avlayanların seninle paylaşacağı başka şeyler de vardır."
Ve böylece genç gölgesiz, maceracının bahsettiği gizli ormana gitmek için vatanını geride bırakarak uzaklara doğru yola çıktı. Bu orman kat kat gölgelerle doluydu; bulutların gölgeleri, ağaçların gölgeleri... Minik kuşlar bile yumuşak toprağın üzerine büyük gölgeler oluşturuyordu.
Günler günleri kovaladı ve bu gölgesiz çapraz gölgelerin arasından geçti. Gölgeler ruhun sırlarını saklar diye düşündü ve belki de burada sırrı olmayan tek kişi oydu. Ve böylece bir gün, rüya görmediği için tüm rüya manzaralarının kendisine açık olduğunu keşfetti. O ancak bu sayede başkalarının rüyalarına girebiliyordu.
Tanık olduğu birçok rüyada kuşlar canlı renkleri, kaplanlar ise güzel kokuları görüyordu ama ne rüyaları avlayanları gördü ne de sözü edilen aşırı rüyaları. Buradaki rüyalar, gölgeler ve varlıklar birbiriyle eşleşiyordu... Bu yüzden maceracının kendisini kandırıp kandırmadığını ve tıpkı bir kaynak olmadan gölge diye bir şey olmayacağı gibi, efendisiz rüya diye bir şeyin de gerçekten olup olmadığını merak etti.
Ama tam yenilgiyi kabul edeceği anda Rüya Avcısını buldu. Karşılaşmaları bir deniz kabuğunun rüyasında gerçekleşti. Beyaz dalgaları ve tuzlu rüzgarı ararken doğrudan lafa girdi ama sonradan hissettiği hüzünlü bir tatta ikisini de bulamadı.
"Tıpkı bu deniz kabuğu gibi sen de bu ormana ait değilsin."
Konuşan kişi bir kadındı ve onun, maceracının bahsettiği Rüya Avcısı olduğunu hemen anladı çünkü gölgesinin tuhaf ve alacalı bir dokusu vardı ve tıpkı değerli taşlarla bezenmiş bir kumaş gibi duruyordu.
"Ben de seni arıyordum, belki elinde fazladan bazı rüyalar vardır." dedi.
"Sabahları oluşan çiğ gibi gelip geçerler... Efendisiz rüyalar uzun sürmez. Birçok defa denedim ama sonunda hep dağıldılar." dedi ve sesinde hüzün yoktu.
"... Bak, tıpkı bu deniz kabuğu gibi... İkimiz de buradan gitmeliyiz." diyerek gölgesizin elinden tuttu ve onu beyaz dalgaların ve tuzlu rüzgarların tükendiği bu sona ermekte olan rüyadan çıkarttı.
Çağlayan bir derenin kenarında ona pek çok hikaye anlattı ve rüyalara nasıl girileceğini ona öğretti. Daha sonra, Rüya Avcılarının sırları dipsiz bir kuyuya benzediğinden dolayı, onların başkalarının rüyasına asla tekrar tekrar girilmemesi gerektiği gibi tabuları hakkında onu defalarca uyardı.
"Kabuslar ise tahmin edebileceğinden çok daha çetrefillidir. Ne yaptığını keşfettiklerinde sürü gibi ortaya çıkarlar ve seni karanlığa sürüklerler. Gölgelerin olmadığı sınırdan, yani o yerden ayrılamazsın. Yeterince uzun süre beklersen artık hiçbir yere ait olmayan ve solmuş anılarda kalan anlamlı sözcükleri, isimleri çıkarabilirsin. Bu arada ölülerin isimlerini ağzına almaman gerektiğini biliyorsundur herhalde, yoksa senin peşine düşerler..."
"Bir zamanlar, hiçbirinizin gölgesi olmadığına ve Rüya Avcılarının kendi rüyaları olmadığına, bu yüzden de başkalarına ait olan rüyaları topladıklarına inanırdım." dedi dürüst bir şekilde.
Kadın cevap vermedi ve alacalı gölgesi gecenin rüzgarında bir yaprak gibi sallanıyordu.
Ama gölgesiz genç adam cevabı duyacağı için çok hevesliydi ve Rüya Avcısı gölgeleri iyi bir şekilde savunsa da o yine de bir şekilde fırsatını buldu. Rüya kapıları ardına kadar açık olan orman varlıklarının rüyalarının aksine, Rüya Avcısının rüyalarına giden yol engebeliydi.
Belli ki sırlarını başka birinin rüyasında saklıyor diye düşündü ama o sırlar neydi ve kimin rüyalarında saklıydı?
Rüya Avcısının rüyası, tıpkı gizli orman gibi çok katmanlıydı. Bu yüzden yolunu kaybetti ve daha farkına varamadan kabuslar üzerine çöktü.
"Rüya Avcısının tabusunu yıktım ama o dipsiz kuyuyu görebilsem dahi aradığım cevabımı bulamıyorum. Yeterince uzun süre kalırsam onların seslerinden bir isim çıkarabileceğimi söylemişti. En azından bu şekilde bunun kimin rüyası olduğunu öğrenebilirim." diye düşündü.
Ve böylece derinliklere doğru inmeye karar verdi, tam da kadının kendisini uyardığı gibi burası sınırsız ve ışıksız bir diyardı. Ardından, bir isme çağrıştırabilecek kelimeler duymayı umarak küçük sesleri dinledi.
O kadar sesin arasından nihayet bir isim duyana kadar epey bir süre geçti. Bu sesin ona tuhaf ve özel gelen bir çekiciliği vardı, onu ezberlemeden edemedi.
Daha sonra gözlerini açtı.
"Garip bir şey gördüm. Bir kadının rüyalarıma girip onları, yani varlığından haberdar bile olmadığım ruhumun sırlarını çaldığını gördüm. O günden bu yana artık gölgem yok. Onun bana seslendiğini ve bir şey söylediğini duydum..."
"Ölülerin isimlerini ağzına almaman gerektiğini biliyorsundur, yoksa senin peşine düşerler." dedi kadın gölgesiz genç adamın sözünü keserek.
Rüya Avcısı çağlayan derenin kenarına oturdu ve alacalı gölgesi gecenin rüzgarında bir yaprak gibi sallanıyordu.
"Bu, tamamen ölülerle ilgili bir hikaye. Sana daha önce de böyle hikayeler anlattım ama henüz anlatmadığım çok daha fazlası var."
Dedi Rüya Avcısı ve gölgesiz genç adama henüz kimsenin duymadığı ve bilmediği bir hikayeyi anlatmaya devam etti...

Binbir Gece (II)

Binbir Gece (II)
Binbir Gece (II)NameBinbir Gece (II)
Type (Ingame)Görev Eşyası
FamilyBook, Binbir Gece
RarityRaritystrRaritystrRaritystrRaritystr
DescriptionBir araştırmacı korkunç bir felaket esnasında yağmur ormanında, çölde ve şehirde dolanarak yolda bu hikayeleri toplamış. Orijinal eserde gerçekten sayısız hikaye olduğu ve bugün elimizde olanların orijinal metnin yalnızca ufak bir parçası olduğu söylenir.
Dastur'un Hikayesi

Bir zamanlar, kadim diyarların kalıntılarını araştırmak üzere çölün derinliklerine doğru tek başına giden bir Vahumana Dastur vardı. Ne yazık ki bir kum fırtınasıyla karşılaşmış ve yolunu kaybetmişti. Ancak tam son nefesini vermek üzereyken önünde kehribar gözlü genç bir kadın belirdi. Kadın, elindeki asayla bu devasa kumları ikiye ayırdı ve onu çölün dışına çıkardı.

Köye vardıklarında vakit çoktan öğle olmuştu. Ona evinde öğle yemeği verdi ve Ribat Kervanı'na kadar ona eşlik etmeyi teklif etti. Ancak onun büyü gibi bir şeyle kumları ortadan ikiye ayırdığını ve yol boyunca karanlık canavarları nasıl kovaladığını gördükten sonra, Dastur ondan ayrılmayı reddetti ve orada kalıp kendisine kadim toprakların gizli sanatlarını öğretip öğretemeyeceğini sordu.

Büyücü, kehribar gözlerinin yaşayanların ve ölülerin gördüğü her şeyi görebildiğini söyledi. Gölgesiz insanları, sarkacı hayal gücüyle sallanan bronz bir saati, karadan hiç ayrılmamış balinaları, sadece gümüş bir aynaya yansıyan ay ışığında var olan bir şehri, sonsuzluğa hapsedilmiş bir alimi, yedi ip üzerinde asılı duran yüksek bir kuleyi... Kadın, sonsuz bir potansiyelin ve sınırsız bir geleceğin Dastur'u beklediğini görebiliyordu ve gerçekten de bildiği her şeyi ona öğretmeye istekliydi. Ancak tek bir endişesi vardı, ya Dastur her şeyi öğrendikten sonra kendi çıkarlarını gözetir ve onu görmezden gelirse?

Dastur diz çöktü ve kadının ayakkabılarının ucunu öperek ne olursa olsun onun için yaptıklarını asla unutmayacağını ve birlikte ölseler bile onu asla görmezden gelmeyeceğine dair ona söz verdi. Onun bu ciddiyeti genç büyücünün kalbine dokundu ve nazikçe gülümseyerek onun ayağa kalkmasına yardım etti. Elinden tutarak onu bodrumunun kapısına getirdi ve kendisini gerçekten öğrencisi olarak alacağını, tüm sırlarının yer altındaki kütüphanesinde gizlendiğini söyledi.

Ve böylece, her katında şamdanın zayıf ışığını ve onların yüzlerini yansıtan bir ayna olan kat kat sarmal merdivenlerden aşağı indiler. Karanlık, zaman algılarını bulandırdığından ne kadar süre yürüdüklerini kimse anlayamadı; belki birkaç saatti, belki de birkaç dakika. Merdivenin sonunda dar bir kapı vardı ve kapının arkasında da altıgen bir kitaplık vardı. Tavanı göremiyordu, aynı şekilde bu odanın yüksekliğini de tahmin edemiyordu. Ancak yine de buradaki kitaplar, onun bilgiye dair hayal ettiği her şeyden çok daha fazlaydı.

Onun vesayeti altında çok şey öğrendi, ancak birkaç hafta sonra Sessizlik Tapınağından elçiler Dastur'un yanına geldi ve hocasının hastalık nedeniyle vefat ettiğini söylediler. Yazdığı tez çoktan geçtiği için Akademi, hocasından görevi devralması ve daha fazla öğrenci yetiştirmeye devam etmesi için Dastur'a özel bir istisna yapmaya ve onu Herbad olarak terfi ettirmeye karar verdi. Yeni atanan Herbad çok memnundu ama oradan ayrılmaya yine de isteksizdi, bu yüzden büyücüye kitaplarından bazılarını getirip getiremeyeceğini ve kendisiyle birlikte eğitime devam etmek için Akademiye gelip gelemeyeceğini sordu. Büyücü bu daveti kabul etti, ancak her zaman Akademide eğitim görmek isteyen ama çölde doğduğu için kabul edilmeyen bir kız kardeşi olduğunu söyledi. Bu nedenle, Herbadın bir dinleyici öğrenci olarak kardeşini alıp alamayacağını sordu. Herbad, Akademinin katı bir sınav sürecinin olduğunu ve bu konuda istisna yapamayacağını, hatta birini dinleyici öğrenci olarak bile alamayacağını söyledi. Bunun üzerine büyücü başka bir şey söylemedi ve sadece çantalarını toplayarak onu Sumeru'ya kadar takip etti.

Birkaç yıl sonra, Vahumana bilgesi öldü. Büyücünün yardımıyla yazabildiği ve tamamlayabildiği dünyayı sarsan tezler sayesinde, yeni bilge olarak Herbadın tavsiye edilmesi kimseyi şaşırtmamıştı. Büyücü onu tebrik etmeye gitti ve artık bilge konumuna yükseldiği için kız kardeşini bir dinleyici öğrenci olarak alıp alamayacağını sordu. Yeni bilge, böyle bir şey yapmak zorunda olmadığını söyleyerek onu geri çevirdi çünkü artık tez yazmasına gerek yoktu ve onun rehberliğine de ihtiyacı kalmamıştı. Ona köyüne dönmesini ve geri kalan günlerini huzur içinde yaşamasını tavsiye etti. Büyücü ağzını açıp bir kelime bile söylemedi ve çantalarını toplayarak çöle döndü.

Birkaç yıl sonra Büyük Bilge de öldü ve görevi devralması için yerine Vahumana bilgesi seçildi. Bu haberi duyan büyücü aceleyle çölden geldi. Onu bulunca önünde diz çöktü ve ayakkabılarının ucunu öperek kendisine verdiği sözü hatırlattı ve kabilesinden kum fırtınaları nedeniyle evlerini kaybetmiş olanları içeri alması ve yağmur ormanı çardağının altına sığınmalarına izin vermesi için ona yalvardı. Büyük Bilge öfkelendi ve onu bronz bir hapishaneye atıp açlıkla ve susuzlukla ölüme terk etmekle tehdit etti çünkü bu çöl şarlatanını tanımıyordu ve o kimdi ki zaten Akademiyi bir şey yapmaya mecbur edecekti? Artık yaşlanmış olan büyücü, yanaklarındaki gözyaşlarını silerek başını kaldırdı ve koyu kehribar rengi gözleriyle son bir defa Büyük Bilge'ye baktı. Köyüne geri dönmek ve kabile halkına yardım etmek için yalvardı. Bu isteğini de reddeden Büyük Bilge, askerlerine onu bağlattı. Bunun üzerine güç bela şu cümleyi söyleyebildi:

"Madem öyle, sizden kendi köyünüze dönmenizi istemek zorundayım efendim."

Büyük Bilge irkildi ve başını kaldırdığında kendisini Ribat Kervanı'nın önünde dururken buldu. Gecenin bir yarısı olmuştu, uçuşan tozlar ve kumlar gecenin karanlık pelerinini giyinmiş gibi uzaktaki köyün üzerini kaplamıştı ve köy artık net bir şekilde görülemez olmuştu. Genç kadın gülümseyerek Büyük Bilge'nin karşısında durdu ve onun kehribar rengi gözlerinde bilgenin o anki görüntüsü yansıyordu: Tezi henüz incelemeden geçmemiş olan Vahumanacı Dastur.

"Her neyse saat geç oldu ve artık Akademiye dönmelisin. Tıpkı hikayelerde anlatıldığı gibi..."

Binbir Gece (III)

Binbir Gece (III)
Binbir Gece (III)NameBinbir Gece (III)
Type (Ingame)Görev Eşyası
FamilyBook, Binbir Gece
RarityRaritystrRaritystrRaritystrRaritystr
DescriptionBir araştırmacı korkunç bir felaket esnasında yağmur ormanında, çölde ve şehirde dolanarak yolda bu hikayeleri toplamış. Orijinal eserde gerçekten sayısız hikaye olduğu ve bugün elimizde olanların orijinal metnin yalnızca ufak bir parçası olduğu söylenir.
Prens ile Yük Hayvanının Hikayesi

Çok ama çok uzun zaman önce Ormos Limanı halen denizci Deyler tarafından yönetilirken, onların arasında yiğit bir Dey vardı. Sayısız ada ve bölge ona boyun eğmişti, böylece pek çok ilginç hazine elde etmiş ve liman boyunca servet açısından rakipsiz hale gelmişti. Ancak, uçsuz bucaksız denizde yıllarca yolculuk yapan bu denizcinin bir tek oğlu olmuştu ve oğlu daha yetişkinliğe ulaşamadan denizci ölmüştü.
Dey'in oğluna babasının büyük serveti miras kalmıştı, ancak babasının yönettiği yerler üzerinde hiçbir gücü yoktu. Ahlaki yönden sorunlu olan yaşlıların yönlendirmesiyle, kısa sürede şehvetli bir hayvan gibi hayat sürmeye başladı. Ormos Limanı'nın zengin sokakları sanki altın yiyen bir canavar gibiydi ve Dey'den kalan miras birkaç yıl içinde tükendi, hatta bu süreçte prens büyük bir borca girdi. Prensin aklı başına geldiğinde, üstünde yırtık elbiseleri vardı ve ceplerinde tek bir Mora bile yoktu. Tüm malı mülkü sattıktan ve hizmetkarlarını azlettikten sonra gidecek hiçbir yeri olmayan prens, denizcilerin eski bir koruyucu tanrısının tapınağına sığındı. Böylece babasının yardımları sayesinde bugünkü saygıdeğer itibarına ulaşmış oldu.
Prens, tapınak rahibinden şu şekilde yardım istedi: "Bilge ihtiyar, ben bir zamanlar yedi denizleri fetheden bir Dey'in oğluydum ama bak şimdiki halime, rahat savurganlığım yüzünden buralara kadar düştüm. Borçlarımı ödemem ve mülklerimi kurtarabilmem için bana hızlı bir yol göstermen ve merhamet etmen için yalvarıyorum. Kendimi iyi yönde değiştireceğime ve haddini bilen bir insan olacağıma söz veriyorum."
"Genç prens, fanilerin kaderi uzun zaman önce tanrılar tarafından belirlenmiş olsa da bu kaderlerini kendilerinin yaşaması gerekir. Yeni bir sayfa açmak istediğine göre, bu yeni sayfaya fırsatçılığa güvenmek yerine daha çok çalışarak başlaman gerekmez mi?" diye sordu rahip.
Prens hemen cevap verdi: "Babam bu tapınağın büyük bir müdavimiydi, bu yüzden ille de tartışmamız gerekiyorsa altın heykellerin ve sizin harcadıklarınızın yarısı aslında bana ait. Ve ben de buraya bu borçları almaya geldim!"
Rahip derin bir iç çekerek "Seni küstah prens, tanrıları kendine düşman mı edeceksin? Yine de sırf babanın hatırına, yerini ve haddini bileceğine, ayrıca mali durumunu iyi yöneteceğine dair söz verirsen sana nasıl zengin olabileceğini anlatacağım." dedi.
Ve böylece prens kutsal heykel üzerine yemin etti ve rahip de onu dış limandaki bir sokak pazarına yönlendirdi. Söz konusu pazara gelen prens, çelimsiz bir Yük Hayvanıyla ilgilenen şık giyimli bir kadınla karşılaştı.
"Saygıdeğer hanımefendi, sizin için yapabileceğim bir şey var mı?" diye soru prens.
"Çok güzel bir zamanda geldiniz. Acil bir iş için denize açılmam gerekiyor ve korkarım ki bu hayvana bakacak kimsem yok. Ancak siz eğer bana yardım ederseniz, üç ay sonra geri döndüğümde size on milyon Mora öderim." diye yanıtladı kadın.
Prens bu duruma çok sevindi.
"Ama" dedi kadın ve şöyle devam etti: "Bu hayvanı asla karnı doyuncaya kadar beslememelisin, onunla konuşmamalısın. Aksi takdirde, şu anda sahip olduğundan çok daha fazlasını kaybedersin."
"Kaybedecek neyim kaldı ki?" diye düşündü prens kendi kendine ve teklifi hemen kabul etti. Daha sonra kadın Yük Hayvanını ona emanet etti. Üç ay çabucak geçti ve tıpkı kadının dediği gibi, prens son güne kadar bir defa bile Yük Hayvanının karnını tamamen doyurmadı ve onunla tek bir kelime dahi konuşmadı.
Tam son günde, kısa süre sonra alacağı ödülün düşüncesiyle heyecanlanan prens, Yük Hayvanı ile konuştu ve "Ah Yük Hayvanı, senin sayende yeniden zengin olacağım. Bir isteğin varsa söyle de yerine getireyim." dedi.
Bu sözleri işiten Yük Hayvanı, "Ey şanlı prens, bu son günde karnımın tok olmasından başka bir dileğim yoktur." diye haykırdı.
Yük Hayvanının konuşabildiğini gören prens afalladı ve kadının söylediklerini tamamen unutarak merakına yenik düştü. Sonra gidip hayvana yemlikten saman ve su getirdi.
"Ey soylu prensim, ben bir zamanlar göklere hizmet eden ve çölün birçok haraçgüzarına hükmeden bir tanrıydım. Ancak o zehirli cadı beni kandırdı ve zorla beni bu şekle soktu. Eğer merhamet edip beni çöle salıverirsen, sana o cadının verebileceğinden çok daha fazlasını, sayamayacağın kadar çok zenginlik vereceğime parlak güneşin kralı üzerine yemin ederim." dedi artık karnı doymuş olan Yük Hayvanı.
Prens, Yük Hayvanının sözlerinden şüphelenerek onu saklamaya karar verdi ve sonra kendisi de bir köşeye saklanarak kadının dönmesini bekledi.
Kadın gerçekten de ertesi gün geri döndü, ancak hem prensin hem de Yük Hayvanının ortalıkta olmadığını gördü.
"Hain alçak! Eğer seni yakalarsam bulduğum en küçük sihirli şişeye kapatacağım seni ve orada ebedi azap çekeceksin!" diye sövdü kadın.
Kadının bu halini gören prens sonunda Yük Hayvanının sözlerine inandı ve o gittikten sonra zavallı hayvanı serbest bırakmaya karar verdi. Hayvan tam oradan ayrılmak üzereyken prense şöyle dedi: "Ey merhametli prens, tüm çöl tanrıları seni korusun, sana verdiğim sonsuz zenginlik ve mutluluk sözümü yerine getireceğim. Ancak onların nereden geldiğini sormamanı istiyorum, yoksa şu anda sahip olduklarını bile kaybedebilirsin."
Yük Hayvanının yönlendirmelerini takip eden prens, çölün kenarında gizli bir yere geldi, orada heybetli ve lüks bir saray olduğunu gördü. Duvarları altın ve değerli taşlarla süslenmişti ve kapıları saf altından yapılmıştı, zarif bir erkek hizmetkar diğer birçok güzel kadınla birlikte o büyük kapılarda kendisini karşılamak üzere bekliyordu.
Erkek hizmetkar ona her gün gümüş, altın, inci ve mücevherler getirdi. Nadir lezzetler ve kaliteli şarap tam prensin zevkine göreydi, her gün kendisine eşlik eden benzersiz dansçı kızlar da geliyordu. Bu durum, üç yıl boyunca böylece devam etti.
Ama insanın bir eli yağda bir eli baldayken bile canı sıkılabilir. Bir gün prens sarhoş olduğu günlerden birinde uykusundan uyandı ve kendi kendine, "Bu hayatımdan da sıkıldım ve artık yeni heyecanlara ihtiyacım var. Bu hayatımı kazanmamın nedeni cadının dediklerini reddetmem değil miydi? Peki, o Yük Hayvanının sırrını açığa çıkarabileceğim korkusuyla benden bir şey saklamadığı ne malum? Bu sınırsız zenginliğin kaynağını bulabilirsem, kesinlikle çok daha büyük mutluluğa ulaşabilirim." dedi
Bunun üzerine prens sadık hizmetkarını çağırdı ve ona, "Benim en sadık hizmetkarım, her gün önüme getirdiğin altınların, mücevherlerin, şarapların, içkilerin ve hatta bu müzisyenlerin ve kadınların kaynağının nereden geldiğini söyleyebilir misin?" diye sordu.
"Elbette saygıdeğer efendim. Her gün, çölle bu yer arasında gidip geliyorum ve sizin keyfini sürdüğünüz her şeyi oradan getiriyorum. Sevdiğiniz dansçılar bir zamanlar sürünerek giden çöl yılanlarıydı, parıldayan altınlar uçsuz bucaksız kumlardı ve sevdiğiniz gurme yemekler ise kendi hünerlerim." diye yanıtladı uşak.
"Ve ben, sizin sadık hizmetkarınız ise... Alçak gönüllü bir firavun böceğinden başka bir şey değilim." dedi hizmetkar.
Konuşması bittiği anda devasa saray bir anda yerle bir oldu ve prens, küçücük bir kum yığınının üzerinde oturduğunu ve çevresinde sürünen böceklerden başka hiçbir şey olmadığını fark etti.
Uzun bir süre sonra kendine geldi, yaşadığı şoka ve dehşete rağmen kederi ve pişmanlığı derinden hissetti. Bu sefer kaybettiği şeyi kolayca geri kazanamazdı, prens sonunda başıboş gezen bir serseriye dönüştü ve artık mutluluk nedir hissedemez oldu. O andan itibaren ne zaman kendisinin bir çift lafını duymak isteyen birileriyle karşılaşsa, onlara bu hikayeyi anlattı...

Binbir Gece (IV)

Binbir Gece (IV)
Binbir Gece (IV)NameBinbir Gece (IV)
Type (Ingame)Görev Eşyası
FamilyBook, Binbir Gece
RarityRaritystrRaritystrRaritystrRaritystr
DescriptionBir araştırmacı korkunç bir felaket esnasında yağmur ormanında, çölde ve şehirde dolanarak yolda bu hikayeleri toplamış. Orijinal eserde gerçekten sayısız hikaye olduğu ve bugün elimizde olanların orijinal metnin yalnızca ufak bir parçası olduğu söylenir.
Araştırmacının Hikayesi

Bir zamanlar, kendi yaşıtları arasında en iyisi olmasa da (ki burada ona karşı cömert olacağız) kibirli bir edebiyatçının özelliklerini görebileceğiniz bir araştırmacı yaşarmış.
Sonuçta bilgi, bir meyve gibidir. Zamanla tazeliğini kaybeder. Eğer hâlâ taze ve suluyken bu meyveyi yiyemezse bozulmaya ve tadı kötüleşmeye başlar.
"Zaman" dedi genç araştırmacı; "Sen gerçekten benim en nefret ettiğim düşmanımsın. Meslektaşlarımdan bile daha fazla..."
Ne yazık ki tembellik gibi doğuştan gelen özelliklerden kurtulmak kolay değil. Böylece mevsimler mevsimleri kovaladı ve o geçmişin yaralarıyla baş başa kalırken "nefret ettiği meslektaşlarına" şöhret ve övgüler yağdı.
Belki de kaderin bir cilvesiydi ancak ana karakterimiz yanlışlıkla da olsa dileğini gerçekleştirmenin bir yolunu bulacaktı.
"Zaman adil görünebilir ancak sadece öyle görünmekle kalır. Diğerleri gibi pratik zekalı olmamam yeteneksiz olduğumdan değil. Bu sadece zamanın acımasızlığı..." diye düşündü artık genç olmayan araştırmacı. "Artık şansım döndüğüne göre, bunu iyi değerlendirmeliyim."
Ve sonra yaralı Cinden şunu diledi: "Benim dileğim zamanın daha adil olması... Öyle olursa daha iyi tezler yazabilirim."
Cin, ne demek istediğini anladı. "Her şeyin bir bedeli vardır." dedi.
"Pekala, evet, bu bedelin bir kısmını zaten ödedim." dedi omuz silkerek. "Gençliğimi boş uğraşlar peşinde harcadım. İşler bu noktaya geldiğine göre sıradan zevklere ayıracak vaktim yok. Sadece arkamda nesiller boyunca övüleceğim baş döndürücü bir eser bırakmak istiyorum. Ayrıca eserimin kolayca bozulan mürekkeple kağıtta kalmasını değil taşa oyulmasını istiyorum. Binlerce yıl da geçse izlerim bu dünyada olmalı... Kendi adaletimi sağlayacağım ve zamana galip geleceğim."
"Eğer isteğin buysa" dedi Cin isteksizce ama yine de araştırmacının dileğini yerine getirdi.
Ancak bunun gerçek bir Cin mi yoksa Cin kılığına girmiş bir İblis mi olduğu tartışmaya açıktı. Bu konuyu bir kenara bırakırsak, dileği gerçekleşen araştırmacı her şeyin onun nezdinde kıyasla yavaşlamaya başladığını fark etti.
İlk başta araştırmacı bu durumdan çok memnun oldu. "Güzel, güzel. Yani artık benim becerilerim bir sorun olmayacak." Artık yeterince tembellik yapabileceğine göre düşünmek için de bol bol vakti vardı. Bir kum tanesinin yere düşmesi için geçen süre sol elini kaldırıp alnına koyması için yeterli değildi ancak bu sürede zihni, ormandan çöle, uçsuz bucaksız ovalardan karlı tundraya kadar koşabilirdi. Bir kitabın tüm sayfalarının düz bir şekilde birleştirilemeyeceğine, her sayfayı tek tek çevirmek zorunda olmasına lanet etti. Ancak tüm sayfalar birleşip önüne serilseler bile göz bebekleri o kadar hızlı hareket edemezdi. Gözlerinin bir kelimenin üzerinde kaldığı süre o kelimeyle ilgili tüm kelime dağarcığını ve tüm hayal gücünü gözden geçirmesi için yeterliydi.
Araştırmacı daha sonra "Çok fazla düşünüyorum ama çok az yazıyorum" diye düşündü. "Akademik olarak en özenli makaleyi yazmak için en zarif kelimeleri kullanmalıyım." Ancak o daha ilk kelimeyi yazarken düşünceleri çoktan sonuca gelmişti. Bu yüzden makaleyi kendine sürekli tekrar etmek zorunda kaldı ve metni sessizce tekrar ettikçe daha iyi bir hale geldi. Tabii bu sadece zihninde oluyordu. Her şeyi söyleyip bitirdiğinde daha sadece yedi kelime yazmıştı.
Böylece araştırmacının tüm çabasıyla, en iyi sözlüğe ve en sağlam mantığa sahip bu büyük çalışma ortaya çıktı. Ancak her bölüm sanki sayfaları birisi tarafından parçalanıp tekrar birleştirilmiş gibiydi. Kelimeler bir metinden rastgele seçilip kullanılmış gibi görünüyordu hiç kimse aralarındaki bağlantıyı anlayamazdı.
Yıldızsız bir gecede, sanki asırlık bir göçü tamamlamış biri gibi tüm gücüyle çalışma odasından çıkıp aşağıdaki avluya vardı.
"Belki de konuşmak yazmaktan daha kolay olur" dedi kalbindeki son bir umut tanesiyle. Ancak düşüncelerinin aksine ağzından çıkan kelimeler parça parçaydı. Dudaklarından dökülen heceler kopuk kopuktu. Adeta kelimeler söylenirken arkasındaki fikir değişiyor bu yüzden de yalnızca sızlanma ve mırıldanma duyuluyordu.
"Ah, zavallı yaşlı adam! Neredeyse ele geçirilmiş gibi" dedi ona sempatiyle bakan iyi giyimli bir genç adam. "Ama en azından hâlâ ayı var."
Bu sözleri söyledikten sonra, araştırmacıyı mehtaplı avluda, bir zamanlar bedeni olan şimdiki hapishanesinde bırakıp gittiler. Sonra ölümlü adam, bir zamanlar okuduğu bir hikayeyi hatırlamaya başladı...

Binbir Gece (V)

Binbir Gece (V)
Binbir Gece (V)NameBinbir Gece (V)
Type (Ingame)Görev Eşyası
FamilyBook, Binbir Gece
RarityRaritystrRaritystrRaritystrRaritystr
DescriptionBir araştırmacı korkunç bir felaket esnasında yağmur ormanında, çölde ve şehirde dolanarak yolda bu hikayeleri toplamış. Orijinal eserde gerçekten sayısız hikaye olduğu ve bugün elimizde olanların orijinal metnin yalnızca ufak bir parçası olduğu söylenir.
Aynanın, Sarayın ve Hayalperestin Hikayesi

Her gece, o uzaktaki sarayı rüyasında görürdü. Sarayın karmaşık yapısı, sonsuz köşeler, kemerler ve geçitlerden oluşuyordu. Her köşede de yaldızlı gümüş aynalar asılıydı. Kralın bu sarayı tasarlamasının 200 yıl (o zamanki takvime göre hesaplanırsa artı 6 yıl daha) aldığı ve tahtta oturup bir aynaya bakıldığında, özenle tasarlanmış ışık yolları ile ülkenin her köşesinin görülebildiği söylenir. Ancak rüyasında koridorun sonundaki aynalara baktığında tek görebildiği, güzel kıyafetler giyip süslenmiş, gösterişli koridorlardan güneşten gelen, tatlı sıcaklık gibi geçip giden maskeli bir genç kadının bulanık görüntüsüydü. Garip gelse de amacının ne olduğunu biliyordu. Kralı görecek ve kalbinden geçenleri söyleyecekti çünkü rüyasından her uyandığında söylenmeyi bekleyen o sözler ayna ışıklarının ardında kaybolup gidiyordu.
Yıllarca şafak sökerken yayılan ışınlar kadar berrak olan rüyalarında bile tahtın yolunu bulup kralla tanışmaya çalışsa da başarısız oldu. Bir zamanlar aynalar arasında kaybolmuş olan bu genç kadın artık ünlü bir büyücüydü ve yine de ruhu hâlâ o çalınmış rüya anlarının, bilinçsiz rüyaların parıltılarının ve o fantastik düşüncelerin pençesindeydi. Bir gün, bu büyük büyücü o uzaktaki krallığa ulaşmak için bir ipucu buldu ve her şeyini geride bırakıp tek başına yolculuğa çıktı. Ay ışığında yola çıktı, gölgeli vadileri yürüyerek geçti, en karanlık ormanlara bile girmeye cesaret edip sonunda rüyalarındaki krallığa ulaştı. Ancak ne yazık ki bu şehir birkaç yüzyıl önce korkunç bir yangın sonrası yerle bir olmuş ve o müreffeh krallıktan geriye bir şey kalmamıştı. Şairlerin de dediği gibi:

Sabah esintisini unutur herkes,
Şarkı ve renkler gözden kaybolur.
Yalnızca yüksek kulelerin loş ışıltısıyla,
Aydınlanır harap, çorak gece.

Enkaza dönmüş saraya girdi ve kalıntıların arasında yürüdü. Aynalar ve yaldızlı çerçeveleri paramparça olmuş, geriye hiçbir şey kalmamıştı. Aynanın her bir parçası ay ışığını yansıtıyordu. Saray rüyalarındaki kadar tuhaf değildi, birkaç köşeden ve koridordan ibaretti. Tahtın olduğu odanın kapısını çalıyordu. Taş duvarlarında yüzlerce aynanın asılı olduğu yuvarlak bir salondu bu, koridordaki aynalar gibi buradakiler de paramparça olmuştu. Büyücü istemsizce, uzun zamandır terk edilmiş halde olan tahta doğru yürüdü ve oturdu, sağlam kalan aynalardan birine baktı.
O aynada, gösterişli salonlarda yürüyen, güzel kıyafetler giymiş genç kadını gördü. Arkasındaki, hiç kırılmamış aynalarda da onun görüntüsünün binlerce yansıması vardı.
Şaşkınlıkla başını kaldırdı çünkü o genç kadın karşısında duruyordu. Gözlerindeki tarifsiz acıyı sessizce izledi. Kadın hançerini çekip kalbine saplamadan önce büyücü, söylecek bir şeyler düşündü. Alevler etrafa yayılıp bir zamanlar yanıp yok olan bu salonu bir kez daha yok ederken, bıçağın ucunda bir gül belirdi.
Şaşkınlık, kafa karışıklığı ve rahatlamayla gülümsedi. Kadın maskesini çıkardı ve büyücünün yüzü belirdi. Kurumuş dudakları hafifçe titriyordu.
Bu defa büyücü, sonunda karşısındaki kadından, bu karmaşık rüya ve onun akşam vakti şaşkınlığı içerisinde on yıllar hatta yüzyıllar boyunca kaybolmuş birkaç söz duyabildi. Bu, onun kendi kendine anlattığı bir hikayeydi, binlerce parçaya ayrılmış gümüşten yansıyan ve sonsuza dek yankılanacak bir hikaye...

Binbir Gece (VI)

Binbir Gece (VI)
Binbir Gece (VI)NameBinbir Gece (VI)
Type (Ingame)Görev Eşyası
FamilyBook, Binbir Gece
RarityRaritystrRaritystrRaritystrRaritystr
DescriptionBir araştırmacı korkunç bir felaket esnasında yağmur ormanında, çölde ve şehirde dolanarak yolda bu hikayeleri toplamış. Orijinal eserde gerçekten sayısız hikaye olduğu ve bugün elimizde olanların orijinal metnin yalnızca ufak bir parçası olduğu söylenir.
Kuş Avcısının Öyküsü

Bu yaşlı bir kuş avcısının hikayesidir.
Krallığın kuzeyinde sık bir orman var ve orada insanların seslerini taklit edebilen bir kuş sürüsü yaşıyor. Kuşlar, genellikle şafak sökerken bir bulut yığını gibi bir araya gelirler. Ormanda uçarken, açık kanatlarında yanardöner tonlar dans eder ve ötüşmeleri ağaç tepelerinde yankılanır. Ancak bu canlılar yalnız değil çünkü yırtık pırtık elbiseler giymiş yaşlı ve çelimsiz bir adam her zaman buraya gelir ve bütün gününü bir barbar gibi onları kovalayarak geçirir.
Tıpkı uzun bir ağacın bir zamanlar narin ve nazik olduğu gibi, yaşlı adam da şık ve yakışıklıydı. Orman kenarındaki bir köyde büyümüştü. Çevik ve kibardı, herkes tarafından çok sevilen biriydi. Köydeki her kız ona hayrandı ama onun kalbi sadece kendi aşkı, onu ilahi mucizelerle büyüleyen ve ormanda çalışan genç bir rahibe için atıyordu.
Genç adam, ölüm kendilerini ayırana kadar, kızla birlikte olmak için her şeyden vazgeçebileceğini düşünüyordu.
Ne yazık ki, mutlu şeyler hiçbir zaman uzun sürmez. Meşakkatli bir savaş patlak verdi ve bu adam da dahil olmak üzere tüm gençler askere alındı. Savaş alanına giderken, sevdiği kızın ilk defa ağladığını gördü. Gözyaşları yeşil bir yapraktan düşen çiy taneleri gibi yanaklarından aşağı süzülüyor, sonra da kalbine akıyordu. Yine de kızın bu melankolik halinin ardındaki asıl nedeni pek bilememişti. Kızın kederini hafifletmek için ona ayrılığın acısıyla söylediği ama kendisinin de safça inandığı bazı vaatlerde bulundu.
Kederinde boğulan kız, bu güzel vaatlere yanıt vermedi. Kısa bir sessizlikten sonra, hasretini iletmek için insan seslerini taklit eden kuşlar göndereceğini söyledi. Genç adam, biraz tuhaf gibi olsa da, onun bu sözlerini aşkını güvence altına almak için bir araç olarak kullandı.
Ve kafasını sallayarak onayladı.
Genç adam ertesi gün krallığa karşı olan vazifesini yerine getirmek üzere ayrıldı. Yakında hepsi sona erecek diye düşündü. Ama çok geçmeden gerçekler onun ne kadar yanıldığını kanıtladı, savaş uzayıp gitti. Savaş, genç adamın çenesinde sakallar çıkana, gözleri artık bozulana ve elleri nasır tutana kadar sürdü.
Bu acımasız savaştaki tek tesellisi memleketinden gelen kuşlardı. Sanki tanrılar tarafından özellikle yönlendiriliyormuş gibi, kuşlar sessiz sakin gecelerde kızın söylediklerini, acı tatlı hasret sözlerini, köyde olup bitenleri ve kızın yazdığı kısa şiirleri genç adama ulaştırıyordu.
Uzun süren ayrılık, kıza olan sevgisini azaltmamıştı. Aksine bir yazıt gibi gittikçe kalbine daha çok kazınıyordu.
Savaş nihayet sona erdiğinde, sevgilisine evlenme teklif etmek için apar topar eve gitti. Ancak kendisi askere gittikten kısa bir süre sonra, sevgilisinin soğuk bir gecede ağır bir hastalıktan dolayı öldüğünü öğrendi.
Genç adam bu durumu kabullenmedi çünkü önceki gün genç sevgilisi kendi ağzından ona güzel bir şiir okumuş ve konuşan bir kuş da genç adama bu şiirleri aktarmıştı.
Kızın kapalı odasına girdi. Ancak güneş ışığının loş odayı birden doldurmasıyla birlikte, odanın içindeki ağır uykularından uyanmayı bekleyen binlerce kuş uyanıverdi. Bir anda kuşlar kanatlarını çırparak genç adamın yanından kaçıştılar ve açık kapıdan çıkarak gökyüzüne doğru uçup yuvalarına döndüler. Sonunda da genç adam, önünde aşkının boş odası ile yapayalnız kaldı.
O anda, kızın o gece neden bu kadar üzgün olduğunu ve neden kuşlarla bu tür bir ayarlama yaptığını nihayet anladı.
Bu, onun ölüm döşeğindeyken ayarladığı ve ömür boyu sürecek olan bir planıydı. Kuşlara sayısız cümleler öğretmiş olmalıydı ki böylece genç adamın her bir gecesi kızın sözlerini dinlemekle geçecekti.
Kuşlar, insanların düşündüğünden çok daha uzun yaşar. İşte o günden beri, o genç adam ormanda konuşan kuşları kovalıyor. Kuşların sesinde sevdiği kızın kalan ruhunu yakalamaya ve onun aşkını ormana savurma günahından tövbe etmeye çalışıyor. Kafayı yemiş ama yorulmak bilmeyen bu genç adam, orta yaşlı bir adama sonra da yaşlı bir adama dönüşürken, kuşların peşini bir gün olsun bırakmadı. Konuşan kuşlar artık yeni bir şeyden bahsetmiyorlar ve sayıları azalmıştı. Peki ya henüz dinleyemediği bir tane kuş varsa ve sevgilisinin sözlerinden duymadığı bir şey kaldıysa? Bu saplantı kuş avcısını ormana hapsetti ve yılların bedeli yüzüne kazındı.
Tuzaklar kurup kuşları yakaladı ve onları kafeslere koydu. Boyunlarını okşadı, onlarla oynadı ve onlara en iyi tahılları, en temiz suyu verdi. Sonra onlara "Söyleyin, Konuşan Kuşlar, ormanın bu kadar çok sevdiği aşkımdan bahsedin. Onun size öğrettiklerini anlatın." dedi.
Ve böylece, güzelce beslenip bakılan kuşlar bir hikaye anlatmaya başladılar...

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

TopButton